Olur Olmaz Şeyler Hakkında


Sahnede “olmayan” şey nedir ya da sahnede “olmayan” şey var mıdır? Ontolojik anlamda “olmayan” şey nasıl düşünülebilir? Tüm bu sorulara kafa yorarken; bir yandan da biz oyuncular birbirimizin sahnesini izleyip “olmamış” diyoruz. İlla bu sözcüğü telaffuz etmek şart da değil, bakışlar yetiyor. Aynı şey, başka bir gösteri sanatı için de sıklıkla eleştiri kisvesi altında kullandığımız bir sözcük: “Olmamış..!”

Geçenlerde, biz de böyle bir “olmamışlık” bulutu içinde, olmayan şeyin sebebini kendi aramızda sorgularken; Oğuz’la aramızda bir konuşma geçti. “Olan şeylere sarılın” şeklinde kısaca özetleyeceğim konuşma basit bir pollyannacılıktan ötesini anlatıyordu. Hele ki, ‘sanatlı’ bir şey yaratmak, hiç yoktan yapmaya çalıştığımız bir şeyken, sahnede her ne varsa onun değerini görebilmek gerekiyor. Bu bir bakış meselesi aslında, bakış değiştikçe; bakılan da değişiyor. ‘Bakan ve bakılan’ arasındaki bu diyalektik ilişki birbirini hem kuran hem de yok eden bir güce sahip. Hal böyleyken, sahnedeki yaratım sürecinin, olumsallıkla şekillenen bir süreç olduğunu görmek gerekiyor. Yani olması kadar, olmaması da mümkün olan bir süreç.
Peki, olmayan şey hakkında konuşabilir miyiz? Olmayan şey, düşüncede ve/veya muhayyilede tasavvur edilemez. Olmayanın tezahürü bile, ancak olanın değili üzerinden düşüncede/dilde yer alabilir. O halde aslolan şey, olandır. Olan şey, vardır. Olmamak (yokluk) ise, varlık düzeyinde saçmadır. Özetle, olmayan şeyi konuşmaya çalışmak aslında bir yanılsamadan ibarettir. Varlığın olmadığı herhangi bir anın “tasavvuruna” dayanan bu konuşma, dolaylı yoldan yine mecburen varlığı konuşur.

Ezcümle, “olmayan” şey hakkında konuşmak saçmadır ve “olmayan” şeye odaklanmak sahnede “olan” şeyi ıskalayarak, onun varlığını yok edebilir güçtedir. Olan şey vardır ve onun varlığı asla kendinden menkul bir varlık değildir. Bakan ve bakılan arasında vücut bulur. 

Birtakım Cazu'luklar

      Bir süredir sahne üstü çalışmalarına yoğunlaştığımız için blogu fena halde ihmal ettik. Bu sırada metnimiz tamamlandı, gruba isim koyduk, oyun tarihi kararlaştırıldı hatta turne görüşmeleri bile başladı. Biraz bu süreci özetlemek için bu yazıyı yazmaya karar verdim.
provadan
   Öncelikle şubat ayında okulların tatil olmasını fırsat bilerek zamanımızın büyük bir kısmını sahnede geçirdik. Henüz elimizde metin olmadığı için biçim üzerinde çalıştık. Herkes kendi hikayesini aklında kaldığı kadarıyla kendi kelimeleriyle anlattı. Bu çalışma zaman zaman kitabın diliyle ilişki kurmada sıkıntı çeken bizler için epey rahatlatıcı oldu. Daha sonra Oğuz metni düzenlemek için 2 hafta bizden ayrı çalıştı. Biz de bu sırada şarkı ve ritm çalışmalarına odaklandık. Behiç var olan ilahilerin sözlerini düzenleyerek oyun metnine uygun hale getirdi. Bendirlerimiz ışıklandığı için kuklalarla çalışmaya başlayabildik. Ama uzun bir süre kuklayı nasıl yapacağımızı çözemedik ve farklı bir çok yol denedik. Minyatür mü kullanacağız yoksa çizim mi yapacağız ya da Karagöz kuklası gibi mi olacak derken tasvirleri bu işten anlar birine çizdirmeye karar verdik, bakalım bu hafta gelecek çizimler. Şimdilik kendi yaptıklarımızla teknik üzerine çalışıyoruz. Daha sonra bendirlerin sahnede küçük kalacağını düşündük ve bendirleri erbanilerle değiştirdik. Erbani hem daha büyük hem de çok hafif üstelik dışı bendirler gibi parlak olmadığından ışığı daha hoş yansıtıyor. Onları da ışıklandırdık. Sahnede aydınlatma olmadan sadece erbani ışıklarıyla oynamayı planlıyoruz.

Yatta!*

*Başardık!
İlk günlerde oluşan bendirin perde olarak kullanılması fikrinde büyük bir aşama kaydettik.


Biz Neyin Provasını Yapıyoruz?

    Okuma çalışmalarına Doug Lipman’ın Improve Your Storytelling kitabıyla devam ediyoruz. Okuma günü, tartışma esnasında sorulan başlıktaki soru (Biz neyin provasını yapıyoruz?), provaların amacına yönelik çok önemli noktalara değinmemizi sağlayan bir soru. Diğer taraftan sorunun, "amacını gizleyen", güzel bir ironik yanı da var. Bu soru üzerinden provaların içeriğine, amacına değinmeye çalışacağım.
    Bir süredir, meddah formu ve hikaye anlatıcılığı çalışıyoruz. Her birimiz, romandaki gizli resmin birer nesnesini, figürünü baz alıp, bir anlatıcı olarak hikayeyi anlatmayı deniyoruz. Bu esnada şarkı söylemeye, ritim vurmaya, kukla oynatmaya, gölge numaralarına yer vermeye çalışıyor ve bunları uyguluyoruz. Ancak temel olarak her bir oyuncunun anlattığı bir hikaye var. Öncelikle kendi figürünün hikayesi. Para’nın sahte çıkması, Ağaç’ın kaybolması ve yalnızlığı, Kırmızı’nın ne olduğu, Şeytan’ın nerelerde olduğu gibi. Hangi formlarda çalışırsak çalışalım, öncelikli olarak anlatılmayı ve dinlenmeyi bekleyen uzunlu kısalı hikayelerimiz var ve oyuncu olarak bu hikayeleri anlatmayı düşünüyoruz.

    Hikaye anlatımında ‘zaman’ kavramı, üzerinde durulması ve kavranması gereken bir konu. Zamana dair olarak bu formda, ‘an’ ve ‘şimdi’ devreye giriyor. Bunlar anlatımı oluşturan unsurların en önemlileri diyebiliriz. Anlatım temel olarak, anda, şimdide başlayan ve gelişen bir yapı. Anlatım şimdide, bir hikayenin çerçevesinde, anlatıcı yoluyla dinleyicisiyle buluşuyor. Zamansal olarak o anda gerçekleşecek bir formun tam olarak provası yapılamaz. Şimdide gerçekleşen şeyin tekrarı yoktur, anına göre biçim kazanır. O an, bir dinleyenle mümkün olur. Dolayısıyla bir seyirci ile hikayenin buluşacağı biricik anın önceden nasıl provası yapılabilir? 

    Olası prova ancak şu şekilde olabilir: bu biricik anın ön koşullarına hazırlanarak. Hikayenin kendisine (oyuncuların kendi anlatımına), anlatımın bloklanmasına, blokların anlamlanmasına ve akıcılığına hazırlanmak. Bundan da can alıcı nokta, anlatım esnasında iletişim, ilişki kurabilmeye açıklık kazanmayı sağlamak önemli bir hazırlık olarak görünüyor. Anlatım esnasında nefes düzenlemeleri anlatımın olanaklarını ve iletişim boyutlarını değiştiren ve geliştiren bir değişken olarak çalışmamızın bir parçasını oluşturuyor. 
    Sonuç olarak biz, başı sonu belli olan ve her daim sabit değişkenler üzerine oluşan bir yapıdan çok, şuanda tam olarak bilemediğimiz bir karşılaşmanın kendimizce provasını yapıyoruz. Karşılaşma için heyecanımızı hep taze tutuyor, anlatmak için sabırsızlanıyoruz.          

Oyunculuk, Hakikât ve Tersten Perspektif


Yazının ilk bölümü oyunculuk üzerine genel bir eleştiri niteliğinde. Eğer bu konudaki fikirlerimi değil de, direkt olarak Benim Adım Kırmızı üzerine olan bölümü merak ediyorsanız bölüm-2'den başlayabilirsiniz okumaya.

Bölüm-1
                Çocukken, ne olmak istediğimiz sorulduğunda “mühendis, doktor, öğretmen” demiş bir jenerasyonuz biz. Bu cevapları tabi ki bu mesleklerin ne olduğunu tam olarak bilmeden, daha çok bir icat etme ya da birilerinin hayatlarını etkileme üzerinden verdiğimizi düşünüyorum. Mühendisleri her an ilginç makineler üzerinde çalışan, buluşlar yapan; doktorları hayat kurtaran insanlar olarak düşünüp onlar gibi olmak istedik –ya da bizi etkileyen öğretmenimiz  gibi biz de başkalarını etkilemek istedik. Şimdi bu benzer dürtünün,  yetişkinlerde, oyunculuk mesleği üzerinden varolduğunu düşünüyorum.

Bir çocuğun 2 yaşından 12 yaşına kadar yaptığı çizimler. ( Görseli Oğuz Arıcı'nın Tersten Perspektif üzerine hazırladığı sunum dosyasından aldım.)

Oyuncu Tam Olarak Ne Yapıyor?


               Bir kaç zamandır yine notlarımı derlemeye çalışıyordum fakat bir merkez – yani notlarımın etrafında dolanabileceği yeni bir konu- bulamıyordum. Dün yaptığımız “ Oyuncu için Pratik Elkitabı” okumasından sonra şimdiye kadar kafamda karışık (scrambled) olan bazı konular netleşmeye başladı. Kitap üzerine notlarımı ayrı bir başlık halinde paylaşacağım zaten. Burada değinmek istediğim, kitapta da çok doğru bir vurguyla açıklanan oyuncu olma/ oynama/ mask/ kendin olma durumları arasındaki bağlantılar. (...)

               

Ritm ve Metin Düzenleme Çalışmaları

son çalışmadan bir fotoğraf
Hepimiz bendir sahibi oluktan sonra ritm çalışmalarına ağırlık verebildik.Her çalışmada önce bendir çalıp,şarkı söylüyoruz.Bu çalışmaların sonucunda aşama kaydettiğimizi söyleyebilirim.En azından kendi adıma hem çalıp hem söyleme konusundaki sıkıntılar kayboldu.Şimdilik daha önceden de çalıştığımız ilahileri çalıyoruz.Tabi bu sırada bendir çalmaya odaklandığımız için şarkıları doğru şekilde söylemeye çalışmak bazen geri planda kalabiliyor.Son çalışmada kayıtlar aldık.
   Bunun dışında bendirleri oyun içinde daha işlevli bir hale getirmenin yollarını arıyoruz.Birkaç çalışma önce Bengi ve Behiç bunun için güzel öneriler getirdi.Behiç bendirde karagöz kuklası gibi hazırladığı figürlerin gölgesini oynatırken, Bengi iplerle bendire bağladığı figürleri bendirin üzerinde oynatıyor ve anlatısını onlarla canlandırıyor.Örneğin ''Benim Adım Ölüm''de geçen ihtiyar ve genç nakkaşın konuşmalarını bu şekilde dinleyenler hikayeyi,karakterleri daha kolay takip edebiliyor.Ya da ''Ben,Şeytan''bölümünde şeytan türlü kılıklara girebilmesine rağmen neden hala kuyruklu,boynuzlu bir şekilde çizildiğini